30 Aralık 2010 Perşembe

yok oluşun var oluşu!

Soğuk bir karanlığın içinde uğultularla eğlenirken insan, bir çingene sıcaklığıyla dolanılırdı sokaklarda, dilde acı bir ses, bir yılın üzerinden geçişe sızlar.
Koskoca zaman dilimlerinde zamansızlıklar üzerine kurulan ilişkilerin -bir ateş almak kadar kısa- yanıltıcı bağlayıcılığı yanılsamalar içinde bir yıl yaşattı çoğun(m)uza.
Geçen onca saat, onca gün, onca hafta ve oniki ay bizden mi geçti yoksa biz mi geçtik onca saat, onca gün onca hafta ve oniki aydan.
Kimi zaman zamansızlıktan dem vururken, zamansız bir hayat yaratmanın sefilliği ile koskoca zamanlardan çaldık farkında değiliz.
Farkında değiliz, her geçen seneye öykünmemizden belli çünkü, ve en son gün farkına varırız koskoca bir yılın geçtiğini ve delicesine yaşamaya çalışırız son günü gecesine kadar ve çoğunlukla hor kullanılmış bir sabaha uyanırız yeni bir yıla.
Yeni bir yıla girmeden henüz hor kullanırken zamanı kısacık bir yazı ile merhaba demek istenilir retromonologa!
esmer bir çocuk olarak elinde oyuncağını kaybetmenin şaşkınlığı ile..

28 Aralık 2010 Salı

Çok Edepsiz Hereketler Bunlar


Çok geçkin, çok dert bir duruş… Şıpır şıpır hayaller, geçiyor aklımdan. Çocukça ama çirkin kelimelerden uzak. Yaratılmış en güzel hediyelerle uçuşuyor şıpırlık.

Tüketilemeyecek bir şey; yalnızlık. İstedikçe artan, içinden çıkılamayan, paradoksa dönüşen çoğu zaman. İstenilen ya da oluşmayan.

Off’lu poff’lu bir döngü. Oldu bittili dualar var artık. Espri mahiyetinde yazıyoruz, izler hem silinip süpürülebilir hem de acı tat bırakabilir.

Ringdeyiz, gardlar alınmış, havlular yerde. Bekliyoruz ilk ve son saldırıyı. Gardını en iyi alan kazanacak. Ya da kafaya alınan tek ve sert darbeyle alaşağı olacağız.

Acele acele ecele gidiyoruz. Pratikte sorun var teoride değil. Hedef ortada, ya vurursun ya ıskalarsın!

Cinsiyetli nağmeler hep ağızdan çıkılıp kulağa sürüklenen. Bir doğru üzerinde eksi sonsuzdan eksi bire gelen ,0, artı birden artı sonsuza giden. Doğru üzerindeyken önyargıdan kaçınılamayansın, gözünün önündeyken doğru yargıda bulunamayansın. Aradakilerde cabası..

Bir güzelleme gerek bu şatafata. Kilit nokta olmayan mekanlarda kalınan. Şeritli yollarda hız virüsüyle sürüklenen.


Delikanlı delikanlı perişan olanlar, ağır ağabeyler, pejmürdeler, önünü ilikleyenler,

Demokrasinin ürettiği diktatörler, iki ayaklı trajikler, ağızda küfür bırakmayan vicdanlılar,

Soylara soplara kafayı takan hedonistler, dağlara taşlara veryansın edenler, ota boka kendini verenler,

Depreşmeyin, derinleşmeyin, tepişmeyin, iğreti gelmeyin, oyunlara gelip topuk topuk kaçmayın, kelimenin tam anlamını vurgulatmayın, tekil tekil gelip çoğul çoğul uçmayın…

Küçük prens’i ağlatmayın!...

19 Aralık 2010 Pazar

BİTMEYE HAZIRLANAN BİR YILA MEKTUP!

                                        Oğuz Atay'a ve eşlik ettiği Ararlık 2010'a...


Bir yıl bitmeye hazırlanıyor. Biz ilkeller gibi biten şeylere törensel kutlamalar yapıyoruz,  kırmızı renkli coşkular... Ben anlamıyorum. Hiç bir zamanda anlamadım bu seremonileri. Susup izliyorum 30 yıldır, 30 yıldır bir savaşın içinde büyüyorum. Bir savaşla yaşıtım bir bunu biliyorum. Bildiğim, bilmek için tükettiğim bir ömrü yaşıyorum. Bakalım bu roman nasıl bitecek diyorum bir roman kahramanının repliğini araklayarak. Beni kim yazdı? Soruyorum. Bazen Turgut Uyar'ın kalemi çalkalanıyor beynimde, bazen Oğuz Atay’ın yazı masasında serilmiş buluyorum ruhumu. Sadık Hidayet geliyor gaz lambası ışığında başucuma. Daha pek çokları sırayla dokuyorlar beni, çırılçıplak duruyorum önlerinde, eksik birde. Utanamıyorum bile. Altı değiştirilen bir bebeğin annesine gülümsemesi gibi gülümsüyorum yazıldığım satırları okurken. Biliyorum ki başka okuyanlar beni değil belki kendilerini, belki sevdikleri başka kimseleri görüyorlar bu satırlarda. Göremeyenlere lafım yok elbet ki onlar bir kaç sayfadan sonra bırakıveriyorlar okumayı. Onlar başkaca niyetlere uzatıyorlar ellerini, başkaca şeyler arıyorlar bu uzun yolda.

Bir yıl bitmeye hazırlanıyor. Ben odamda bütün bu geçip duran yılları izliyorum. Müziği eksik etmiyorum başucumdan, yoksa sessizlik çıldırtabilir diyorum. Bunca yıl bitirdim, şimdi ne diye yazıyorum? Uzun bir yol var ardımda, bitirilmiş, katlanmış, kimi dağınık, kimi sökülmüş bir yerlerinden. Eksile eksile yürünmüş, tamamlanmış ya da yarım kalmış, bırakılmış. Hoş zaten tamamlanmak ne ki? Bin yılda geçse hep eksik olacağım. İnsan olmanın yazgısı bu. Huzurla söylemiyorum bunu. Öfkeyle, delirmeyle, kızarak diyorum ne diyorsam. Sözcükler öfkemi taşımıyor, taşıyamıyor. Öfke sözcükleri bulamıyorum. Onlara böyle yükler vermek istemiyorum. Küfre dönüşsünler istemiyorum. Sözcüklerin tek başlarına böyle şeyler yapacağına da inanmıyorum. Öfke hareket ister, saçılan tükürük, ateş saçan göz, titreyen el, yanan, hırsla içilen sigara ve daha başkaca şeyler. Bunların hepsini yapabilen sözcükse henüz bilmiyorum. Henüz kendi dilim de dahil hiç bir dili tam olarak bilmiyorum. O yüzden yazıyorum ama duran şeyleri, artık değiştirilemeyecek, olup bitmiş şeyleri sadece... Yani ben ancak fotoğraf çekebiliyorum ya da resim yapabiliyorum onlarla. Zamanımda da pek farklı yazılar bulamıyorum. Bu yapılmadığı, yapılamayacağı anlamına da gelmiyor elbette. Yapanları okuyoruz değil mi? Klasik diyoruz onlara geleceğe bakabildikleri için, hareket yaratabildikleri, hareket edebildikleri için zamanda, bir rüzgar estirebildikleri için. Ama işte ben, acemi, beceriksiz, sadece duran şeyleri yazıyorum. Olup bitmiş, artık hareketini soğutmuş şeyler.  Şimdi biten bir yıla yazmakta bununla ilgili.

Bir yıl bitmeye hazırlıyor kendini. Takvimler eksiliyor. Yeni ağaçlar kesiliyor yeni takvimler yapabilmek için. Yeni defterlere başlanıyor, yeni dilekler temenniler sıralanıyor. Sanki ertesi gün, dün hiç olmamış gibi yaşanacak. O tombala ve alkol sarhoşluğu geçince anlaşıyor, bu büyük reklam malzemesi yalanın foyası baş ağrılarıyla saçılıyor ortalığa. Zaman parçalardan oluşmuyor, hapsedilmiyor insan icadı nesnelere. Unutsa da insan bir an geliyor ve anlıyor ki kendi bilincinde her şey, bütün gibi akıp gidiyor. Seni sen yapanda bu oluveriyor elbette. Zaman sen oluyor; tüm o anların dehşetiyle birleşmiş. Hangi kitapta okumuştum hatırlamıyorum; kumdan bahsediyordu. Bir sahil dolusu kumdan, o kumda bir kum tanesi olmaktan. Bense bir çöldeyim. Biliyorum bunu. O çölde şekilsiz bir kum tanesiyim, şeklim binlerce yılın eseri. O binlerce yıl yok elbet belleğimde. Ben “olduğum” andan sonralarını hatırlıyorum hep çünkü.  İşte o şekilsiz kum tanesi olarak, kendi içime baktığım, kendi ruhumun, içimin görüntüsüyle kör olmadığım anlarda, anlıyorum kocaman bir hiç olduğumu ama aynı zamanda da hep. Çünkü biliyorum ki bir göze girsem kör edici olabilirim, elektronik bir nesnenin işleyişini durdurabilirim. Bu anlamda tekliğim baktığım yere göre hep’e dönüşebiliyor. Ama yükselirse gözlerim orda tekliğin kocaman bir hiç olduğunu da biliyorum. İşte takvimler burada bir şey söyleyemiyor bana. Biten bir yıl, bitmişliğiyle kalıyor. Bense oturup yazıyorum işte bu duran satırları.

Bir yıl bitmeye hazırlanıyor. Ben 29 yılın eşiğinden bir çocuk gibi bakıyorum sokağıma. O dünya denen sokağa bakıyorum. Koşuşturan insanlara, kornalara, vapur düdüklerine, hastane önlerine, konserlere, kitapçılara, okul kantinlerine, ofis içlerine, dolmuşlara, kavgalara, kerhanelere, pavyonlara, meclislere, dağlara... Orda bir çocuk gibi görünmez oluyorum. Olmayı hep istediğim, oldurulmadığım. Görmeyin diye yalvardığım. Görülmek incinmek demek çünkü bende. Ben öyle sakil bir ruhum, vermeyi bilirim almaktan çok. Almayı isterim elbet, insanım ya; ilk bu öğretiliyor: iste! Ne alacağımı da bilmiyorum ya da aldıklarımla ne yapacağımı. İşte bu yüzden en bildiğim, en az incindiğim şeyi yapıyorum, vermek istiyorum elimden gelirse. Görünmeyeyim istiyorum bu arada da elbette. Tüm verenler gibi görünmez olmak istiyorum. Sıradanım işte, herkes ve her şey gibi. Bir çölüm, çölde bir tane. Neden görülmek isteyeyim ki. Neden bakıyorsunuz ki bana. Sokağa bakıyorum, seyretmenin tüm hazzıyla. Görülmekistemeyenamaseyredengillerden olmak hoşuma gidiyor. Bu arada da kaydını tutmayı seviyorum elbet gördüklerimin. Bu sohbet etmek gibi, o çölde titreşmek gibi. Belki diyorum bir rüzgar eser, bir fırtınada uçuşurum benzerlerimle, başka yerler görürüm, bu çöl dışında. İşte bu yüzden şimdi bu titreşimli satırları yazıyorum. Durduğum o kapının eşiğinde daha bin yıl bakmayı sürdüreceğim sokağın şarkısını mırıldanıyorum kalemimle.

Bir yıl bitmeye hazırlanıyor. Ben bir yaşı daha bitirmeye hazırlanıyorum. İnsan olduğumu hatırlatan bir şey bu ömür. Herşeyin bir ömrü var mı bilmiyorum ama bu ömrün durmadan bana insan olmayı hatırlatmasıyla hırpalanıyorum. “İnsan” olmanın tüm anlamlarıyla inciniyorum. Hani becerebilsem azad edeceğim kendimi “insan” olmaktan; o hantal, düzlemsel kurallardan, o geometrik ama asla işteş olmayan toplamlardan. Olmayacak, bunu adım gibi biliyorum. Adımı nasıl bildiğimi ise sormayın. Bazı bildiklerimi nasıl ve neden bildiğimi bilmiyorum. Sorularda rahatlatmıyor pas tutmuş bildiklerimi. İnsan oluşa bağlıyorum bir tek, insanoluşun getirdiği alışkanlığa, yetiye. Ömrün insanın en büyük hapishanesi olduğunu seziyorum. Yılların, yaşların ise bir havalandırma değil geçip giden ceza süresi olduğunu düşünüyorum. İyi ki doğdun diyorlar ya, öncesinde sanki usulca; Allah kurtarsın, duyuyorum ben. Bir yıl biterken ben bir çentik daha atıyorum kalbimin duvarına. Çok şey görmüş, duymuş, yaşamış bir kömür karası yalnızca, bir çizgi. Elbet kutsamıyorum gördüklerimden gelen hissedişleri, duyumsayışları. En iyi bilebildiklerim kalbimdekiler olduğu için diyebiliyorum bunu.

Bir yıl bitmeye hazırlanıyorken ben o bitme hazırlığını yazıyorum kendi gördüklerimden gördüklerim öyle çok ki yetmeyeceğini biliyorum yıl geçip gittikten sonrada yazdıklarımın beni adam etmeyeceğini de sürüyorum kendimi tüm bitmelerin eşiğine belki bir arzuhalci olacağım onca felsefe okumanın ardından biten şeylere yazacakları olmayanlara yazamayanlara parayla satırlar vereceğim dur diyordum bir zaman birilerine kal orda zaman tüketecek artık demiyorum tükenecekleri bile bile yazıyorum yaşıyorum orda öyle acı çeken bir hayvana dönüşürken binler görüyorum o toplum denen kalabalığın içindeki boğuluşları biliyorum ne şiir mi okuyorsun dur biraz daha yazacaklarım var şehirler dolaşıyorum uzun duraklamaların ardından dolaşırken mektuplar bırakıyorum ardımda ölmek istemediğimden değil insanım işte dedim ya pek çok kere sıradanım bitenler içinde bir biten ama siz aldırmayın o kalabalık yapışkanlıkta kurallarla boğulun ben yüzme bilmiyorum boğuluyorum bazen kabus gibi uyanıyorum kabustan uyanır gibi mi demeli bazen ne demeli onu bile bilmiyorum aklımın ne işe yaradığını da anlamıyorum yazmak belki diyorum ama neden matematikten anlamıyorum hepinizi görüyorum bir kadeh şarap daha uzaklaşıyorum kendimden o kendiliğin nerde durduğunu da göremeden saçlarım uzuyor tırnaklarım kıllarım çıkıyor ben alıyorum onlar tekrar uzuyor durmadan tekrarlanan eylemler yıl bitiyor bitiyor ama budandıkça büyüyen bir şeye dönüşerek ölmek istiyorum hayır büyüyor budananlar istemiyorsun istesen durmazsın sadece canın yanıyor ben bir dalım yok daha dala gelemedi zaman ancak bir fide sökün beni bu biten yılda bir kez olsun kendinizi düşünmekten kurtarın beni alın başka bir torağa taşıyın ne diyorum ben az önce sövmedim mi o kalabalığa ne çelişik bir tıkanma bu hep böyle olacak gülüşün ne değişik senin ismini ilk defa duyuyorum ayrıca hiç görmedim ben biliyor musun bir yıl bitiyor aklım kalbim sarmaş dolaş bir sarhoşlukta şarkılarla geçiyor sizin sokaktan siz görmüyorsunuz kendi yaralarınıza bakıyorsunuz özledim gerçek bir özleyiş hilafsız söylüyorum ama işte sarhoşlukta geçiyor durmak istiyorum inmek istiyorum şoför nerde oturuyor durakları saymıyorum izliyorum görünmez olmak istiyorum size beni görmeyi yasaklıyorum gördüğünüz şeyleri anlamamak gibi bir haliniz var korkularınızdan bakmayın gitmek istiyorum kal mı dediniz hayır bir şarkı çalıyor duymak istiyorum durmak istemiyorum inanır gibi oluyorum önce ben hep inanır gibi oluyorum yanılmak istiyorum biliyorum sizde istiyorsunuz pek çok kişi istiyor ama o zaman sorun nerde düşünüyor musun unutmak istemiyorum yazmak istiyorum biten her şeyi yazmak susulan yerleri işaretlemek yıl bit diyorum bit yıl bit bit sözcüğü kaşıntılı bir çağrışım ellerimi tut yok bunu içimden söyledim hep dışımdan söylediğimde duyulmadı da ondan sizde istiyorsunuz istediklerimi korktuğum incindiğim şeylerden inciniyorsunuz sizde ama o zaman durmadan yaralamak yaralanmak niye bekareti bozuldu insanlığın kişinin bekareti tabu oldu tüm bozulmalardan sonra o duvarları inşa etmek niye sen gel hep gel dediklerim kulaklarımda çınlıyor ben fide alın ve başka topraklara götürün ki ölmeyeyim burada gitmek istiyorum artık demeyeceğim çok konuşuyorum değil mi pazen panikle ama bir yıl bitiyor yaşlanıyor ellerim duracağım zamanı merak ediyorum şiir seviyorum hep sevdiğim şeylere uzaktan bakmayı öğrettiler bana eteğini açma dediler çok konuşma o masanın altında ne yapıyorsunuz tokat sesi bir köpek ısırmış bacağımdan oysa canım yanıyor neden kendi korkunun tokadını bana vuruyorsun biliyor musunuz hep bunu yapıyoruz kendi korktuklarımızla kendi korktuğumuz zamanlarda hep başkalarını korkutuyoruz sanki böyle uzaklaşıyor korkmamız bizden anlıyorum seni biliyor musun anlamak bir şeyi çözmüyor canım acıyor sıkışıp kaldığım bu yerde o yerde beklerken sözcüklerim yağmura karışıyor zaman kırılıyor takvim sökülüyor kalbim aklımı da ayartıyor sabaha kadar ne geçerse ellerine içiyorlar ama bana yaramıyor göz altlarım morarıyor bahanem yok ben bilim bileli böyleydim ağlayıp delice kendimi kusturabilirdim annem panikle koşardı yanıma beni bunca ağlatanın Kendi olduğunu unutarak bu cezaların işe yaramadığını yarar sandığımınsa büyük bir sahtelik olduğunu öğrendim bu yüzden kal demiyorum git bir şey demiyorum susuyorum ne desem de değişmeyecek başka bir devinim var ben gibi herkes kendi devinişin de yaşıyor insan olmak dokunmak istiyor ama bu metal kentler yok kentte değil günah günah nerde cevapsız kalan soluksuz kalan sevgisiz kalan yalnız kalan kalan kalan kalan ama hiç gidemeyen tutulan ama bitiyorum işte mum gibi bu benzetmeyi sevmem aslında biliyor musun bu ortak metaforlar zehirliyor beni ben hep ne olduğunu bilmediğim şeyler arıyorum tanrı beni buna yazmış diye rahatlatıyorum ben bu oyunda arayıcıyım arayıp bulduklarımı anlatmakla yükümlüyüm sessizlik ben bazen böyle susuyorum anlatamam kimselere bende anlatamıyorum yanım sıra suskunluklar büyüyor ben ölüyorum ölsem üzülür müsün tamam sormadım say ölüyorum derken yanlış anlaşılıyorum eski ben öldü yaşasın yeni ben ama biliyorum kalabalıklar keskin değişime inanmaz korkar da ondan ama biliyorum bir yıl bitmeye hazırlanıyor sussam iyi olacak biraz sonra o büyük havai fişek gösterisi başlayacak ben yıldız kaydı diyeceğim.

Bir yıl bitmeye hazırlanıyor, ben bu satırları yazıyorum. Soğuk bir odadayım ders çalışmalıyım, sınavlardan geçiyorum. Geçmem gereken sınavlara giriyorum. Yazı yazmak daha güzel oysa duran sözcükler karalamak.  Zaman önümde akıp gidiyor. Korkular akıp gidiyor yalnızlıklar ve daha pek çok şey. Ben 29 yılın eşiğinden durup bitmeye hazırlanan yılı izliyorum. Bir yaş daha işaretliyorum o mağaranın duvarına. Müzik dinliyorum, bir şehre göçüşün göçmek te değil daha çok bir sürgün benimki, yazacaklarıma yeni başladığımı sezdiren ezgilerle dolduruyorum odamı. Isınmıyor ama yoksulluk doldurmuş havayı. Kışları sevmiyorum. O çöl dedikleri ne sıcak oysa. Çölde olmayı sevmeli mi? Belki bu yoksunlukta ve yoksullukta çaresizlikten.

Ben yazılar biriktiriyorum. Sesleniyorum yani. Çağırmaya hazırlanıyorum tüm çağrılmayanların oturduğu mecliste. Susanları mimliyorum, susan sözcükler seçiyorum, duran imleyen, mimleyen sözcükler. Bir yıl bitmeye hazırlıyor bizi, ilkeller gibi törensel kırmızılıklarla süslüyoruz vitrinleri. Vitrinlere benziyoruz bu zamanlarda. Sahte bir ışımayız. Ben bir yaş daha yaşlanıyorum. Az kaldı ömrüm; bitecek elbet bu hapislik, bir rüzgâr çıkacak, bir tufan başlayacak. Sabırla bekliyorum. O kucaklaşacağımız zamanı. Kuralların, düzlemlerin olmadığı zamanları. Soğuğun giremediği odaları bekliyorum. Bir tek şey istiyorum; görmeyin beni artık. Ben sadece en iyi bildiğim şeyi yapıyorum, veriyorum sözcüklerimi. Kulaklarınız gözleriniz ya da kalbiniz için değil o tufan için.

Bir yıl bitmeye hazırlanıyor. Ben 29 yılın eşiğinde kelimelere tutunuyorum. Büyük sevmelerimin yaralarını bantlıyorum. Küçük sevmeler çağına lanet ederek en çokta. Takvim bulundurmuyorum evimde saatimin pili bitme sinyalleri verdiğimden beri onu da takmıyorum. Ama madem bir şenlik kuruyorsunuz, geleceğim. Gelip o pervazdan izleyeceğim yine. Sonra duran şeyler gibi oturup tüm biten yılı yazacağım.  Zamanın resmini yapan sözcükler bulacağım bilmediğim ana dilimden, fotoğraflar çekeceğim. Ardımda bırakacağım tüm bunları. Görmek istiyorsanız eğer bunlara bakın. Bana bakmayın...

18 Aralık 2010 Cumartesi

KANATLARINDAN DÜŞEN TIRTILın Hikayesi


Hayatla kaldığım bu göz gözelik an,
Bir dönemecin bilinmezliği,
Ve tam bilinmezken takındığım
Bir koşum şövalyelik
Plansız ama yeminli kıpırtısızlığım…
Bunlar;
Uçarken
Kanatlarından düşmüş olacak
Turuncu tüylü tombul bir tırtılın,
Sayesinde,
Büyüsel anlam kazanan hallerim. 
Onun
Bir seyirlik ömrünü
Asfaltın ortasından kaldırdığımda direnen,
Avucumda
Gitmeye hazır
Hareketsiz duruşu,
Çaresiz
Ama bir o kadar korkutucu teslimiyetinin
Bilinmez bekleyişi...
Düştüğü yolda,
Olduğu durumda,
Yani avucumda,
Takındığı umursamaz tavır!
Yaşadığı sürece başının çaresine bakacağı belli,
“Ha asfaltın kenarı, ha yeşilliğin ortası” diye dillenmiş misali,
Nereye koysam, orada
Aramaya hazırdı yolunu
Korkusuzluğu,
Benim ona yapabileceklerimi lehine çevirdi.
Ne kendime ayırdım ölüsünü seyrederek,
Ne olduğu yere bıraktım görmezden gelerek…
Aldım
Ve kımıltılı toprağın curcunasına bıraktım.
Belki daha kısaydı ömrü
Belki daha şanslı!
Ama grinin ortasında
Talihsiz parlak rengi,
Şimdi
Yeşilin ve diğer birçok renklerin içinde
Başka türlüydü.
Tehlikeden sıyrılmanın boşluğunda kaldı bir süre
Ama sevincini saklayamadı daha fazla.
Etrafındaki bahara
Kendi güzelliğini de katma heyecanı ile
Canlandı ve kalabalığına karıştı.
Ondan ayrıldığımda
Aklım gözlerimden uzaklaşmış
ve kendime takılmıştı.
…..
“İnsanın yetilerini hayvanlardan ayıran
Ve yüceleştiren onca bilgi yığınının
Yüzü kara istisnası, ben!”
…..
“Hayat karşısında tırtıldan daha acizim.”
….
Sıkıntıların düğümünde bıraktığı için
Boş yere sövüp saydığım,
Derdi kendine eğlence, masum Hayat;
Ancak benim sayende belirlenebilir.
Her halükarda bir şekil yol yürüyeceğim Hayat;
Bana karşı değil,
Ancak benim için olabilir şimdi.
“Hiçbir şey ummadan düşmek yola!”
Tüm kötücül alıkonulmalardan
Şartsız salıverilmemi sağlayacak
Bu asil
Ruh…

15 Aralık 2010 Çarşamba

Ciddi Şeyler


 
Eş dost kimileri pek romantik bulur beni. Hatta yolda olduklarım bile ayaklarımla yer arasındaki mesafeden bahsederler. Oysa ben ne yapıyorsam büyük bir ciddiyetle yaptığımı düşünüyorum. Demek olmayor, olduramayorum.

Sanırım ciddiyet denince de yazdıklarıma, konuştuklarıma bakıp ağır aksak çözümlemeler görmeyenler hayıflanıyorlar. Aslında öyle hayıflanma dediğime de bakmayın siz, artık kimseler kimseleri dinlemiyor. Hem böyle ciddiyete davet hallerine kulak asmayın, kimse sevmiyor bu meseleleri gerçekten.
Ciddiyeti hep başka denklemlerden kuruyor kalabalıklar. Gayri ciddiyi ise nasıl tanımladıkları hususunda daha noksan bildiklerim. Ne de olsa ciddiyet tariflerini anlamadan türetemiyorsun karşıtını. Hem karşıtları ilk tanımlardan açıyoruz ya biz büyük bir alışkanlıkla. İşte bu yüzden önce karşıtı tanımlıyorum ben, ki daha ciddi görüneyim. Bu nedenle gayet gündelikten yazıyorum yazacaklarımı, o gündelikte kendim kalma çabasının başlı başına ciddi bir "şey" olarak durduğunu düşünerek. Mesela birazdan size bahsedeceğim mesele bu günün en ciddi şeylerinden biriydi benim için. Ev sahibim aradı dün; yahu taşındın mı yoksa hala evde misin, diye. Ben şaşırdım tabi; olur mu abla, taşınsam sana demez miyim. Evet kira her zamankinden biraz gecikti, arayamadım da ama bu taşındığım anlamına gelebilir mi? Komşular demiş güya, onlar beni zaten çalışırken de pek göremiyordu ki. Her neyse yanlış anlaşılmaları, eksik enformasyonları toparladık. Kira hazırdı yarın olsun arayacaktım. Malum çalışıyordum ertesi gün, haberleşmek gerekecekti buluşma saatini belirlemek için. İşte bu gün öğle vakitlerinde aradım kendisini. Telefon hayli geç açıldı. Karşıma çıkan ses ne insan sesine benziyordu ne duyduğum başkaca bir sese. Hatta iddia ediyorum ben sarhoşken bile bu kadar kendi dışımda bir sesle konuşamam, konuşanı da duymadım. Kadın varla yok arasından duyuluyordu. Ben kirayı filan geçtim kadının sağlığının endişesine gark oldum. Ama durum anlaşmaya müsait değildi. Ben karşımdaki hayalete bir iki telkin sözcüğü fısıldayarak kapattım telefonu, daha çokta kendimle konuşur gibi. Aklımdaki bulutlar dağılmadı bir süre, bir insanı o seste bırakmak içimi acıttı. Kızını aradım; hal hatır, okul, sınav muhabbetinden sonra annesiyle görüşüp görüşmediğini sordum. Araları pek iyi değildi bir süredir. Babasına taşınmıştı, nedenini bilmiyorum. Annesinin ilaç kullanıp kullanmadığını sordum. Evet kullanıyordu; prozac. Alın size ciddi bir şeyler. Henüz 30'lu yaşların ortalarında bir kadın, üstelik ülke ortalamasına göre görece ekonomik bağımsızlğı da olan, prozacla uyuşturuyordu kendini, dilini, aklını, acısını ve sevgisini. Kendi hayatının ciddiyetiyle yüzleşmemek için.

Sonra başkaca şeylerde var elbet. Havalar soğurken giderek, mahalleme yaklaştıkça depreşen nefes darlığım... Belediye kömürüyle benim gibi pek çok "şeyin" ciğeri zehirleniyor. Nefes alamıyoruz dostlar, üstelik kömürden değil yoksulluktan, yoksunluktan en çokta.

Sonra devasa riyakarlıklar büyüyor etrafımızda. Biz susanlar, ciddi şeylerle meşgul olanlar, pek ciddi bulmayıp, görmezden bile geliyoruz olanları. Bir zaman çatallarını ilkelce silaha dönüştüren, ağızları kanlı salyalar saçanlar büyük bir yaltaklanmayla çocukluğumuzun ninnilerine, anılarımızın fon müzğinin yaratıcısına anmalar yapıyorlar. O zamanın susanları şimdilerde bülbül mü olmuşlar, yedikleri dutları sindirmişler mi yani. İnanmıyorum ben pek, hallerindeyse gayri ciddi bile olamayacak bir riya buluyorum. Hele artık bir şey yapmayı konuşmak sayanları allah'a havale ediyorum. Bu riya burda bitse yine iyi; bir başkasının uzaklardan sesi geliyor; unutun geçmişte olanları, şimdi daha ciddi taktik-stratejik meselelerimiz var; allah'a yakın düşlere uzak olalım, diyor. Hadi o diyor demesine de itiraz gelmiyor. Ne usul kabulleniyoruz değil mi ciddi adamların! söylediği ciddi şeyleri!
İşte ben ciddiyetle ilişki kuramıyorum böyle olunca. “Şeyler”le kurduğum ilişki kadar sahici oluyor gerçekle ilişkimde. Bu nedenle ciddi şeylerin çamursu tatları, o sümüksü dokuları beni gündeliğe itiyor. O ciddi bulunmayanın tüm gerçekliği beni ciddi ciddi meselelere yaklaştırıyor. Şeylerden uzaklaşıp onlara isimler buluyorum, yüzler, eller. Ciddiyim bu konuda. Ben elsiz, yüzsüz yapamıyorum. Böyle olunca doğal olarak eş dost romantik buluyor beni. Oysa ben ne düşünüyor ve yapıyorsam bu ciddiyetle yapıyorum. Demek olmayor, olamayor...

RENKLENEN ANLAR SERİMİ



         1.  Serim : Gülümseme
Bugün Girne’de “Old Bazaar'daydım. İlk gördüğüm gün içerisinden öyle bir geçmiştim ama bu sefer orada soluklanmaya karar verdim. . .“Gümüşler, incik boncuk satılan tezgâhlar…” deyip içeride ne varsa gördüğümü varsaydığım için şimdi sadece yüksek tavanın altında huzuru dinleyecektim. Kapısından girmeden önce bakınıyordum sağına soluna. İçerde yaşlıca bir adamı kahve bardağı taşırken gördüm. İyi dedim, içki olmak zorunda değil, kahve de içebilirmişim istesem… İstiyordum da, ama ne bileyim, ağır hareket ediyor, içeri girme tereddüdümü atamıyordum bir türlü. Turistik mekânın yarattığı kaygıyı bilirsiniz işte.
Girişte Girne’nin zengin, sarhoş, Deli Amca’sı vardı. Birisi tanıtmıştı daha önce O’nu da. O’ndan çekindiğimden değildi ya, kapının dibinde oturan gönüllü turizm elçisi bir başka yaşlı adam, benim avallığımı fark edince: “Merak etme, bir şey yapmaz O, içeri girip dolaşabilirsin” dedi. 
Tabi turist gibi bakıyordum bu yüzden gezip görmek lazımdı her yeri. Turist dediğin böyle olmalı, zamanı ve mekânı dibine kadar bir hızla tüketmeli!
Amca bunu düşünerek söylememişti de, benim tüm kitabî yığınaklarımdan dolayı böyle demek istiyormuş gibi geldi.
“Hayır, daha önce görmüştüm” diye lafı uzatmadan, yaptığı yardımdan dolayı teşekkür edip içeri girdim. Orda oturuyor olması daha bir anlam kazanmıştı artık. [ii] Bu yaşlı amcalar İstanbul’un Sokak kedileri gibi toplu bulunuyorlardı herhal diye geçirdim içimden. Gençliğime dayalı ukalalığım kısa sürdü. Öyle ya, “kayıp romanlar” ı okuyordum ve artık temkinli konuşmalıydım. Hem hali hazırda Esme rollerine de bürünmüşken, kendi kendime hoş değildi böylesi laf atmalar.
Hanın insanı alıklaştıran bir tasarımı vardı. “Büyülü… Gizemli… Vs” demek gelmiyor içimden. Böylesi şeyleri yabancı turistler kullansın. Turist çekmeye niyetli her kesime hitap eden eski yapılar ne-idüğü belirsizleştikçe daha etkileyici olduğu sanılıyor. Batık gemi gövdesi taklidi içine konmuş dev ekranda bol kıç oynatmalı klipler gösteriliyordu. Gerçi şimdi ahkâm kesiyorum ama girdiğimde benim de hoşuma gitmişti, yüksek ahşap tavan. Dedim ya, alıkça bakınıyordum etrafına daha önce görmeme rağmen.
Handa görebildiğim kadarıyla sadece dört kişiydik. Takıcı kadın, barmen tarafında duran otuzuna girdi girecek adam, ayağını sürüyerek yürüyen yaşlı bir Amca –Dede mi demeliydim, bilemiyorum-, bir de müşteri niyetine; ben.
Oturdum ve hemen “sütlü kahve” istediğimi söyledim bardaki adama. Boşu boşuna yanıma gelip sahte bir nezaket üstüne kurulu garson-müşteri ilişkisine dakika bir, başlamayalım diye. İlişmekti tek isteğim.
İsteğimi kulakları zor duyan amcaya bağırarak söyledi bardaki adam. Şaşırdım ama belli etmedim tabi. Neden bu amca yapıyordu kahveyi! İyi de ben ne karışayımdı şimdi, diye içimden söylenerek kitabımı açıp okumaya başladım.
Kitapta da başka bir yaşlı adamın, Doktor Nedim’in olmaz saydığımız hallerini anlatıyordu Vedat Amca. Sevişmeye niyetlendiği genç kızın bardaktaki takma dişlerini görme ihtimalinden duyduğu utancı okuyordum.
Ben bir anda sıyrıldım.
Şimdi ayağını sürüyerek yürüyen amca mı yapacaktı kahvemi? Tamam para veriyorduk da, bir yaşlı adamcağızın önüme kahve koymasını da normal karşılayamazdım herhalde. Kulağım arkada okumaya devam ettim. Bir süre sonra tam tahmin ettiğim gibi ayak sürüme seslerini duyuyordum. Bu ses ancak sidik torbasını taşıyan bir hastanın hastanedeki koridor yürüyüşünde duyulabilir. Ama oluyordu işte! Amca bana kahve getiriyordu. Küçük bir tepsi içerisinde “türk kahvesi” bardağı ve yanında da bir bardak su taşıyordu. Sağolsun, normalde içmediğim kadar sigara içmiştim sahilde ve boğazım kurumuştu. Su iyi gelecekti. Ama benim istediğim “nescafe”ydi. Yani büyük bardakta olacak ve yanında su olmayacaktı. Bardaki çocuk yaşlı adamın yaptığı hatayı fark edince birden “adamlaşarak” onu sinsi bir beklemeyle izledi. Aklındakileri ağzına doldurduğu belli oluyordu gözlerinden.
Amca ona döndüğünde ancak bir kısmını sayabilecekti.
Ben de adamcağız gelirken doğruldum, nasıl bir saygıysa artık!
Gözlerini yakalamaya çalışarak teşekkür ettim. O da cevaben ağzında bir şeyler geveleyip geri “döndü” -“gitti” diyemiyorum çünkü o kadar hızlı değildi- O giderken hala onu izleyesi mesafedeydim. Arkadaki çocuk, “siz nescafe istememiş miydiniz?” diye seslendi bana. Maksadı Amca’ya yaptığı yanlışı hatırlatmak ve ola ki bir daha dikkat etmesini sağlamaktı. Ben de arkası bana dönük amcaya (hala gidiyordu!) çaktırmamak için ses çıkarmadan -el kol, ağız, burun hareketiyle- önemli olmadığını ifade ettim. Bardaki durmadı tabi! Üsteledi ve “nescafe istemişti bayan!” diye duyması için bağırarak canhıraş yürümekte olan adamcağıza söylendi. Amcayı garson saymak olmazdı. Onun da geri dönüp bardakine çıkışmasını normal karşılamak lazımdı.
“Yaptık ya kahve! Sütlü kahve nası olacaktı ya!” diye gürültülü bir homurdanmayla karşılık verdi. Yürüdüğü yolu görmeye çalışıyordu bir yandan da. Genç adam, bunun üzerine sustu tabi. Gösteri bitmişti.
Benim için bir komedi sahnesiydi ve mükemmel bir ikiliydiler.
Takı tegahındaki kadın da bu sahneyi izlemek için kaldırdığı başını gülümseyerek tekrar kitabına eğdi. Bir süre okuyabildiğini sanmıyorum. Belli ki alışkındı böyle didişmelere ama kaçırmıyordu. Gülümsemesi yüzünde kaldı bir süre. Renklenmişti işte.
Saçları kızıldı.


[ii] Yalan! Bu tamamen benim uydurmam! Yaşlı adamın kendine bir "anlam" aradığı yoktu, O’nun için "öylesine"ydi her şey. Anlam kazanmaya çalışan bendim. Bu hikâyeyi anlatmak bile bunun çabası.

9 Aralık 2010 Perşembe

Bir Kent Taşrası

Ben bir taşrayım; kentin kalbindeki çıban. Parçalanmayım, bir bombadan arta kalan. Henüz düşmüş ya da havada asılı...
Şimdi bir süre terk ediyorum kendimi. Kendimi tekrar sizin aranıza salıyorum. Sizin kurallarınızı anlamaya çalışmak için kurallarınızı önemsiyorum. Korktuklarınız gözlerimi kamaştırıyor. Oradaki huzuru anlatamam. Bense korkumla bir kurtla kapışır gibi kapışıyorum. Etimdeki yaralar tutmuyor artık. İsa gibi durmadan kanıyorum. Fatıma’nın sırtındaki kırbaç yaraları gibi. Hatırlarsanız yakın zaman; Tanya, bir kurşundan sızıyorum. Ulrike’yim mesela ruhumu oyuyorum elimdeki çiviyle, çıldırıyorum , ped eyleminin o kirli kan kokusuyla dolaşırken aranızda. Daha yakından; dağdayım ben, üşüdüğümü söylemiyorum, takla atarken tüfeğimden çıkan kurşunlarla kalp çizebiliyorum.

Utanarak söyledim bunu. Burada gülmek istedim, kaslarım sözümü dinledi, ezbere bir gülme değildi hem bu. Her neyse konuyu kaçırmayalım. Hafızanız ürkütüyor beni çünkü. Yaşamak isteyen bir taşrayım. Aklınıza evler, mahalleler, faytonlar filan gelmesin hemen. Bunlar görüntü dünyasının dilidir. Ve siz bu dile doğmazdan evvel, kullanmazdan evvel anadilinizden önce, başka bir dildeydiniz. Düşünün!
 İşte bu size yaşamak istemenin ne demek olduğunu anlatmaya çabamdır. Hani bazen şiir diye düşündüğüm ama akademik anlamda öyle tanımlanamayacak şeyler karalıyorum. Hatta onları sizin dolaştığınız yerlere de koyuyorum. İşte o şiirlerle biraz demeye çabalıyorum neden yaşamak istediğimi. Ama bir şey diyeyim mi? Çok yorgunum. Üstelik kalbimde bir fil oturuyor. Her sabah Azrail başımda uyanıyorum. O yanımdayken giyiniyorum, o yanımdayken fırçalıyorum dişlerimi, ayakkabımı bağlarken yine geliyoruz göz göze. Tüm günüm onun gözlerinden kaçmakla geçiyor ve nihayet akşamı biraz sarsak, sarhoş ya da tek kişilik bir hücreye geçip şiir okuyarak geçiştiriyorum. Yani çok sıkılıyorum. Bu kovalamaca ya da başka dilden söyleyeyim kovalama olamayacak kadar yakın taciz canımı acıtıyor. Öyle acıyorum ki ölemiyorum bile. İşte o gözleriniz beni arafa tıkan. Hala kurallarınızın altından gördüğüm o çıplak mahlûku seviyorum. Lanet olsun, bu hisle kendimle bile iyiyim. Ama yine lanet olsun ki bu zıtlıkta siz çoksunuz ve unutuyorsunuz.

Uzatmayayım. Ben bir taşrayım, kent elbisesi giydirilmiş. Bilin istedim. Arada kurallarınızı dolaşıyorum, bu bir düğünde halay öğrenmek gibi. Dans edebilmek için müziğinizi dinliyorum. Şarabınızı o nörolojik anlamdaki beynimde bıraktığı kekremsilikten dolayı seviyorum. Taşraya yakın buluyorum böyle bütün tatları. Ben bir taşrayım, kayıbım, aranızda dolaşıyorum. Konacağım bir toprak parçası arıyorum... Şimdilik sadece arıyorum... Bulduğumda söylerim.
Not: Herkesin bir ötekisi var ya, öyle diyorlar ya, ben buna itiraz ediyorum. Ne öteki olmak ne ötekileştirmek istiyorum. Onlar onlar onlar onlar... Sonra bakıyorum, yalnız değilim. Demek istediklerimi diyemediğim ortada, bu nedenle bkz. Tutunamayanlar syf:222-226

4 Aralık 2010 Cumartesi

Tehlike Çanları

Ben kuşları özgür bıraktım,
O yüzden artık ağzımla kuş tutmuyorum..
Al dualar ettim hep
Zamanlar boyunca.
Kırılan ne varsa aklımın ucunda,
En afili parçalarını bıraktım kozmoza.
Kimliksiz aidiyetlikler artık siyah pilot bir kalemle evriliyor
’nasip’ olursa eğer
Devrileceğiz hep beraber.
İnancımız kör edecek ellerimizi,
Dokunamayacak gözlerimiz, tadamayacak kalbimiz
Koklayamayacak aklımız artık.
Sözcükler gürültülü ve yıkıcı bir iniş yapacak zihinden bedene.
Umarlar tekinsizdir, kayıp olan umarsız.
Gidiyoruz artık bırakın ket vurmayın ayaklara,
Merak etmeyin ağzımızla kuş tutmayacağız artık dedim ya
En iyi hediyeler pişkinler içindir;
Hayatın boş sayfalarında tatil imkanı sunduk size.
Fütursuz eğlenceler…

3 Aralık 2010 Cuma

Biz Ne Söylemek İstiyoruz?

Bir kaç esmer çocuğuz, hala oyunlar oynuyoruz.
Aklımız eriyor elbet sizin bu dünya işlerine.
Eriyor ermesine de sizin dediklerinize inanmıyoruz.
Söylemeyi hala önemsiyoruz.
Birkaç esmer çocuk olarak kentlerde buluştuk.
Oralarda sevdik birbirimizi, tanıdık, dost olduk.
Daha uzak dostlukları, özgürlükleri düşledik.
Düşlediğimiz özgürlük adına düşündük ne düşündükse.
Düşündüklerimizi büyütmek için okuduk elimize ne geçerse,
ne gelirse dinledik "kulaklarımızla",
görüntüler akıyordu "gözümüzün" önünde,
görmesek olmazdı.
Gördüklerimize susmadık,
bildirmek için seslenmeye karar verdik, o derin karanlığa...
Belki birileri de açmıştı kulaklarını iç seslere.
Birileri birilerininkini duydu.
Duydu ve dost oldu,
beraber bir iş yapmaya karar verdi.
Bir yoldan beraber geçmek istedi,
kendi yolunu, sesini çoğaltarak.
İşte biz bir şey demek istemiyoruz!
Retro dedik çünkü geriye bakmanın mühim olduğuna inanıyoruz.
Monolog, diyoruz.
Çünkü sınırları, yasaları, yalanları, bürokratları
fabrikaları, bankaları, cinayetlere susmayı, birilerine üstünlük kurmaya çalışanları, korkmayı ve daha pek çok yüklemeyi sevmiyoruz.
Kendi kendimizle kavga edip duruyoruz.
İşte bu ikisinden retro monolog doğdu. Bu bir doğum sayılabilirse ya da becerebilirsek doğurmayı.
Retro monolog; çünkü bu 6 kişinin monoloğunu, bu monoloğun tekrarındaki ortak duraklarını kayıt altına almaya karar verdik.
İşte siz de buralardaysanız, camdan izlediğinizi düşünerek söylüyorum, uzak durmayın, yanaşın...
Belki söylediklerimiz sizin monologlarınıza da benziyordur...