15 Haziran 2011 Çarşamba

Yarın aynı kayayı tepe aşağı yuvarlayacağımız dostlara

Cehaletimi mazur görün,

Ama yersiz midir değil midir bilemediğim bir ateş var içimde. Sanırım bu ateşin sönmesini hiç istemiyorum ve bu yüzden gitmek istiyorum.Elimi her taşın altına sokmaya gidiyorum. Kıvılcıma, geçmişte yaşanan yaşatılan hayal bile edemediğim haksızlıkları haykırarak can vermek istiyorum.

Belki de tropik ormanlarda karşıma çıkacak bilge kurbağanın bana söylemesi gereken bir şeyler var. Ya da Cebelitarık boğazını yüzerek kat etmem gerekliyken benim burada ne işim var halen diye soruyorum kendime.

Aynı renkleri her gün daha da soluk görmektense kör olmayı tercih etmektir belki de bu karar. Tabiat ana kucaklar mı beni? Yoksa federaller yakama yapışır mı ilk hamlede? Ne bilelim yola çıkmadan?

Yılın son şiddetli yağmurları yağdıktan sonra duvar yapımında kullanılan kırmızı toprağı ayakla çiğneme vakti gelmiştir Mbanta’da.

Kıvılcım her neredeyse size oradan yazmak, oradaki renklerin gerçekliğiyle gözlerimin kamaştığı her anı sizinle paylaşmak üzere,yarının bugünden çok daha güzel olacağını bilmekle mutlu kalınız dostlar.

31 Mayıs 2011 Salı

adı sizde saklı

Gerek var mı bu kadar hikayeye. Keskin ve sert artık cümlelerim. Yorucu gelir artık yazmakta yürümek kadar.

Aynı kafada olup ayrı yerde durmak, bir dil ve modernite sorunu olsa gerek! Sergilenenler kendi garipliklerinde kendi oldukları yerdeler. Varoluşluklarında herhangi bir boşluktalar.

Herhangi bir şekilde herhangi bir figür olabilmek beceri örneği olsa gerek. Çekip gidin dostlarım, dilediğiniz gibi olsun hayat. Hayal ettiğiniz gibi ilerlesin diledikleriniz.

Hıımm, bir de cadılığım söz konusuymuş. Dillere destan, can çıkar huy çıkmazmış. Yapacak bir şey yok. İsteyen razı gelir, istemeyen öte gider. Yine de hepsine eyvallah denir.

Anekdot olsun bu herkese. Sevene ya da sevmeyene, isteyene ya da istemeyene. Gider gider kalan sağlar bizimdir. Birilerinin dedikleri birilerinin kaldıkları yaşar.. lütfen dedirtelim mi, kalsın böyle iyi mi! Alleh alleh! Nidalar yükselişe geçerken fısıltılarla geçiştirilmeli mi ki!

Velhasıl kelam demiştim birkaç zaman önce, şimdi dur bir dakika diyorum. Söylemek yazmak çok kolay artık. Hadi gidelim desem yeri var mı! Yok elbette. İstenmeyecek şeylere olsun demek, olmayacak şeyleri istemek. Gerek yok, öyle bir şey de yok. Derin derin uzuvlarımız var bizim.

Uzun uzun koşuşturmalarımız, dinlenmenin faydası olacak mı ki! Umarım. Sayıklamalarım benim tabi ki. Çokluktaki bokluklarım benim yarattıklarımdan ibaret olmalı. Ki!

Diyeceği olan varsa hemen söylesin, yoksa sonsuza kadar söyleyemediği götünde patlasın..

3 Mayıs 2011 Salı

DÜŞÜNMÜYORUZ

D üşünüyoruz ama sadece geçmişi,
Ü şüyoruz; çaresizliğimize eğilen soğuk eller altında
Ş imal rüzgarları bertaraf ediyor düşüncelerimizi
Ü şüyünce belki hissedilir insanlığımız
N e yazık freud'un teorilerini doğruluyor yaptıklarımız
M arjinalleşiyor, papağanlaşıyoruz
Ü şümek aslında daha çok unutturuyor insanlığımızı
Y anlışları yüceltiyor doğruları öldürüyoruz
O lağanlaştırıyoruz katliyamlarımızı
R iyakarlıklarla örtbas etmeye çalışıyoruz, ve
U zadıkça kısaltıyoruz düşüncelerimizi...
Z annımca ;DÜŞÜNMÜYORUZ!

28 Şubat 2011 Pazartesi

seviyorsundur

Görüyorsan...
Duyuyorsan...
Özlüyorsan...
Bırak öyle kalsın
Sorma, sorgulama!
Ne gördüğünü, kimi gördüğünü
Neyi, nasıl duyduğunu
Kimi yahut neyi özlediğini
Söyleme sakın...
Ne sen anlatabilirsin
Badem gözleri, Kiraz dudakları
Ne de o anlayabilir
Akdenizde karadenizde marmarada egede
batırdığın onca gemiyi :
yani demem o ki dostum
seviyorsan sadece "seviyorsundur"
bütün anlamların anlamsızlaştığı
KENDİ kader durağında
aslında hiç gelmeyecek olanı bekleyerek
tam da olduğun şu ana kadar gelmişsindir
bu dizelerri dizerken
ve her okuduğunda bu dizeleri...
kısaca :
geceyi çek üzerine bütün ayıplarından kurtulmak için
yada başkalarının ayıplarına takılıpta düşmemek için
hayatı bir şişenin içinde sabaha karşı
vurduğun deniz kıyısında ara...
ama ne yaparsan yap aramaktan vazgeçme
ve öldürme sakın içinde ki umudu...

20 Şubat 2011 Pazar

Sahte Olmayan Şeylere Dair Kıs(s)a





Devrimi bir devirme işi sayanlara lafım yok. Afillifilintalar da Murat Uyurkulak ve Murat Zelan tartışmasıyla bu konuda bile ne kadar retorikçi olduğumuzu dedik sanırım. ( Ki benim tavrım sevgili Uyurkulak'tan yanadır)
 Şimdi evet kapitalizm derinleşen bir kriz yaşıyor. İki kutuplu dünyayı sosyal devlet mantığıyla alaşağı ettiğini, ertelediğini varsayan Europa bile bu sarsılmayı kendi rahminde duymaya başladı.
Binlerce tartışma, retorik sonrası Marks haksız çıkmamasına rağmen Sovyet pratiğinin katran karalığı elimizi kolumuzu bağlıyor. Ama bu demek değil ki biz bu dünya da sıkışıp kaldık. Böyle bakmak kapitalizmin tek seçenek olduğu, insan doğasının ürünü olduğunu kabul etmek demek. Henüz yolun nereye çıkacağını kestiremiyor olmamız yolun bir yere çıkmayacağı anlamına gelmez.
 Yoksulluk, işsizlik ve artan pahalılık üzerinden büyüyor Ortadoğu'daki ses. Dikdatörlüklerin hala devam ettiği bir coğrafyadan bahsediyoruz. Bu nedenle bu oryantalist tavırları sevmiyorum. Evet devrim bir yürüme işidir. Ve evet bu yürüyüş başlamıştır iktidarlı toplumlardan bu yana. Şimdi bu olanları bir kurgu gibi okumak, işin sonunu görememek, o bilgisine görgüsüne güvenen arkadaşların eylemeyi unutmasıyla alakalı. Kendi memleketimizde de savaşılan başkası değil. Ki bizde yükselen yoksulluğu, işsizliği, adaletsizliği görüyorsak bunun karşısında bir şeyin durmuyor olmasına, durmaya çalışanın sesinin zayıflığına üzülmek yerine bir şey yapmak gerekiyor. Ben bu hareketliliği önemsiyorum. Biliyorum ki bu fitil artık sadece doğuda değil her yerde tutuşmuştur. Bu ayaklanmalar hiç bir işe yaramasa da (ki yarayıp yaramadığını önümüzdeki zaman gösterecek, Tunus örneği ne işe yaradığının küçük bir göstergesi olsun) bir olanağa, unuttuğumuz bir olanağa işaret ettiğini görmekte fayda var.
Denecek pek çok şey var elbette. Şimdilik kısa diyelim diyeceklerimizi. Ama kurban olayım ucuzlaştırmayın olup biteni. Nasıl bizde olanlar ucuz bakılamayacak şeylerse oradakiler de ucuz değil.
Mısır da ilk olaylar bir tezgahtarın kendini yakma girişimiyle başlamıştı. Bilmem anlatabildim mi? 
Not: Son cümle yorumda da belirtildiği gibi düzeltmeye muhtaçtır. Okuyanlardan affımı isteyerek, kendini yakarak Tunus'ta ki olayların başlatıcısının Muhammed Bouazizi olduğunu ve yorumu, yazan arkadaşın verdiği bilgileri tekrarlamadan, dikkate alabileceğinizi söylemek istedim. Kusurun bahanesi olmaz, hele yazarken yine de tekrar özür diliyorum.

17 Şubat 2011 Perşembe

beyaz,la,yan

Sağ yamacından bir renk

Yarıyor topraklarını

Çağlayarak iniyor omuzlarına

Bütün beyazlığıyla.

Köpükleniyor kaynağından aldığı hızla,

Gayretle, öfkeyle, sitemle…

Ve mesnetsiz bir umutla…

Kaynaklanıyor beyazları

Sancılarından

Nedendir bilmediği

Bitmez bir sancı,

Aralıklı tekrarlayan

Kıvrandıran aklını.

-Kadın, dağınık saçlarını

Sağ yanından sol yanına ayırır.

Biliyordur koordinatlarını,

“Belki”leri ile “imkansız”ları arasında

Beyazlamaya başlayan tutamlarını-

Ertelediği tüm şeylere inat,

Kapatmaz,

Saklamaz

Hatta sergiler

Görülesi bu en güzel yanını.

8 Şubat 2011 Salı

BEDREDDİN

zamanı durdurduğu bir nehrin kıyısında
bir adam
bütün kitapları; okudukları, yazdıkları
sokulmuş bir nehrin büklümüne
bir adam
bir bir atıyor serin, soğuk sulara
aklını dolduran bütün o kitapları...
hakikati ararken
önyargıları, öğrenilmiş bilgileri yoksayıyor
bir adam
öğrenebilmek için,
bir kelime, bir bilgi için
gidilmedik şehir, danışılmamış bilge
ve karşısında durulmadık kral, padişah bırakmıyor
insanlığı ezen sömüren ve hakikati başlarının üzerinde ki
sarıkların içinde sanan bu adamlara karşı
doğanın en şanlı hareketiyle karşı geliyor "isyan"
insanlara hükmedişleri gibi
hakikate de hükmediyorlar tabi...
ve serezin orta yerinde
bedeni çırılçıplak
asıyorlar hakikatle birlikte
bedreddini...

5 Şubat 2011 Cumartesi

S.O.S

Tümünü Yasla
Kafamızın dışında gelişen bir çok vakaya şahidiz, isteyerek ya da istemeyerek. Artık sözün kifayetsiz kaldığı yerdeyiz. Tepkiler fazla ılımlı, kalemler oldukça güçsüz ve illüzyon kafamıza yerleşmiş durumda. Doğal uyuşturucularla boğuşma durumunu artık kimse yadırgamıyor. Alıştık, alıştırıldık. Vakaların karanlık boyutundan çok bakılması gereken iç açıcı yanları olmalı. Doğal duruma dönüştürülmeye çalışılan varlık. Arada harcananlar elbette olacaktır. İnsan eninde sonunda tükürüğünde boğulmadan kurtulacaktır aldığı uyuşturuculardan; antikor etkisi de çabası, alışkanlık yaratacaktır.’ Öldürmeyen şey güçlendirir’ demiş ya niçe.

Tabiî ki bu inanca gelene kadar geçilecek adımlar ruh sıkıcı olabilir. Herkesin acı eşiği farklı olmakla birlikte farklı tepkiler çıkaracaktır. Durmak yok, durmak sıkıcıdır. En kötü gidiş bile gidiş olmalı, düşe kalka, sürünerek.

Gevrek gevrek cümleler kurarken bile saldırıya maruz kalıyorsun. İnsan hep kırıldığı yerden kurar başlangıcı. Algılandığı nokta hep bunun üzerindendir. Buradan eleştirmemeli, saçmalama hareketini ‘bırakınız yapsınlar’. Sayfa sayfa kelimeler yazılabilir, etiketlemeyiniz. Aksi takdirde başkaldırı kaçınılmaz sonda kendini gösterebilir. Haftalık dergiler gibi yaftalık mecmua oluyoruz.

Herkes kendi manifestosunu mu yazmak istiyor, ‘bırakınız yazsınlar’. Nerde çokluk orda bokluk, elbet tükenecek ve tüketilecek kader ve kadersizlik. Fetişist fetişist konuşacaklar, bırakınız konuşsunlar. Nasıl olsa doğa elbet insanı da arkasına alıp yıkıma geçecek.

Gayet geniş tartışılmalı. Bu bir boyun eğme değildir, tam tersi başkaldırışın tam bir örneğidir. Bütün bu kelimeler benimle beraber gelecek. Birilerine inat, değersizleşen her şeye inat, şuursuzluğa inat, perperişanlığa inat, bırakınız saçılsınlar ortaya. Aitliğimi ayaklar altına alanlara inat ben saçmalayacağım. Tavrım ve meşgalem budur. Taksiratımızı birilerinin affetmesini bekleyeceksek ‘bırakırız yaparlar’, affetmek bana mahsussa!

Gücüm kalbimden zihnime gelir, bedenimse kılıftır artık, giydirilmiştir tam manasıyla! Sabun köpüğü gibi kalmayalım lütfen. Geçici kul fetvası dinlemeyelim şahsına münhasırlardan. Özne ile nesnenin yer değiştirdiği yerde etik hala var mıdır! Bırakınız sorgulasınlar.

İnsan, geri dönüşümsüz çöptür artık. Pilim bitmişse yenisi takılamazdır, izin verdik buna. Benden daha değerli nesneler yarattılar. Bakakaldım sonrasında ise öleyazdım. Dünyanın ozon deliğini geçtik, beynimizde açılan deliğe bir bakın diyorum!

Velhasıl dostlar, şimdiden eyvallah…

13 Ocak 2011 Perşembe

Hoşbulmak

Düşlerimiz yoğun bir duman dolusu odanın milimetreküple hesaplanmış her gözle görülmeyecek kadar ufak bütününde yayılmaktayken, sessizliğimiz pencereleri göğsüne bir gerdanlık gibi döşemiş duvarların üstünde pike yapmaktayken ve her varoluş-kaybetmelere şahitlik eden kapının ağzında, dilimizden çıkacak her ünlü ünsüz harfe taktığımız dizginlerle yolcu etmekteyiz kurgulamakta olmaktan çekindiğimiz taslaklar halinde piyeslerimizi. Bir çevre düzenlemesi dilenerek otururuz her yalnızlığımızda. Ama en kalabalıklarda bir saat gibi kusursuz işleyen kendimize yakıştırdığımız en büyük beden elbiselerimizin içinde yüzmekten ne gurur duyarız? Bunca taş eksikken duvarlarımızda ve çiçek bahçelerimiz her geçen gün değişik değişik vahşi doğa hayvanlarınca talan edilirken her defasında yeni çiçekler ekeriz bahçemize yok olacaklarını bile bile. Korkuluklarımıza sevimli ifadeler yükler, akbabalara yem ederiz -yapmacıklıktan korktuğumuzdan- sahice etten kemikten yaptığımız kollarını bacaklarını. Tek keyifle izlediğimiz talan çocuklarınkiydi erik ağaçlarımıza yaptıkları, korkuyla ama büyük bir keyifle, sistemsiz ama olabildiğince hızlı. Her gün gelseler her gün müsade ederdik, onları ağırlardık kendi günahlarına. Şimdi olağandışı sevinçlerime bir mektup yazar gibi hissederken ben bundan kaç yüz geceler önce en son mektubu karaladım diye daldım bir an. En önemliside kaç yüz geceler önce uyandığımda birisinin gözleriyle karşılaşmanın o iç gıdıklayan özlemini yardım masası talep eden mütemadiyen her an yaktığım ciğerlerimde hissetmem.

7 Ocak 2011 Cuma

Ağır Aksak

“Ellerimiz yavan şimdi, dip not yok bu oyunda. Referans veremeyeceğim kimseden çünkü yeni bir duyum aldım; devlet elinde yokmuşuz biz aslında. Oldurmaya çabalıyoruz hepimiz birden. Kendini büyüğüne sevdirmeye çalışan çocuk halleri.
 Şimdi bu şizoid kalem oynatmalar başka bir şey deme çabası değil, dosdoğru anlatmak isteği örgütsüz kalabalığımızı.”
Düm
Bir zaman yarılması değil, bir solucan deliği... Ellerimizle parçalıyoruz. Korkularımızın ortaklığında yaratılan bir parçalanma. Nasıl anlatılır ki bu. Biz yokuz. Bu bir sabah uyanıp bildiklerimizin, öğrendiklerimizin, değerlerimizin işe yaramadığı, yaşamamıza yetmeyecek bir dünya bulmak gibi. Ne enformasyonumuz ne bedensel, zihinsel donanımımız yetiyor yaşamak için bu dünyaya. İşte bundandır bir avuçluğumuzdaki parçalanma. Tutunamayanlar değiliz, kaybedenler... Varlığımız şaibeyle anılıyor. Üstelik bazı mürekkep yalamışlarımızın daha bir sarsak algıladığı, ontolojik bir kaygı ya da bohem bir sancı gibi algıladığımız bir şey değil. O cennetteki çıplaklık gibi. Sövüp durduğumuz ötekileriz. Gideceğimizi sandığımız tüm kapılar yok aslında. Kaybedecek çok şeyimiz var ve tüm sancılarımız bunları kaybediyor olmaktan. Nihilist bir yarılma yaratmazdan önce kaybettiklerimizi kendiliğimiz olarak kabullenmiştik oysa. Şimdi o büyükler dünyasında bunlar para etmiyor, etmeyecek de. Biz o tek tanrı olan parayla yaşıyoruz ya artık. İşte kurban sunaklarında bir bir, farkında olarak ya da olmayarak, kurbanlarımızı sunuyoruz; “kendimiz”i.
Homo Anima çağı. Nasıl olur demeyin. İnsansı hayvan demeye çabalıyorum. Tüm bu uygar algıyı, görünüşü silin, bakalım geriye ne kalıyor. Davranışlara odaklanın, davranışların nedenlerinin izini sürün, tüm tanımlamalardan şüphe edin. Ortak akıl dediklerinden ürkün. Ortak yaşam olmadan ortak akıl, ortak kültür, ortak bir dil olmaz. Bu çağ hayvan çağı, doğasını yitirmiş mutant ve insan yapımı bir hayvan. Üretilmiş bir evrim. Bu konuya ilerde döneceğiz.
Te Ke
            Geçenlerde HaberTürk’te Ece Temelkuran’ın “Kıyıdan” isimli programını izliyorum. O canım İstanbul’un canım semti Tarlabaşı’ndan bildiriyor. “Tarlabaşı” malumunuz kentsel dönüşüm oburluğunun yeni adresi. Ama büyük bir farkla. Orası ne Ankara’nın Çinçin’ine benzer ne İstanbul’un Sulukule’sine. Çünkü Tarlabaşı’nda yaşayanlar devletçe, toplumca yok sayılanlar. Yoklar çünkü mülkiyetleri yok; bedenlerinden ve kendilerine kağıt üstünde zimmetli ailelerinden başka. Çoğu atık kağıt işçisi, gündelikçi. Sokakları çocuk dolu. Göçle gelenlerin meskeni. Taşına toprağına değil bir nefes yaşamasına geldikleri bu kentte en fazla bu kadar olmuşlar. Üstelik bu semt şöyle de ilginç bir yer; göçle gelen Kürtler, mülteci olarak kaçarken bu ülkede sıkışıp kalan Afrikalılar, travestiler, beden işçileri, okuma-yazma  bilmeyenler, ana dilleri hariç hiçbir dili tam olarak ya da hiç bilmeyenler, nüfus kağıdı bile olmayanlar, hiçbir kişisel gelişim kursuna gitmeyen, o asgari ücretli kalabalığın bile konforuna sahip olamayanlar... Onların deyimiyle yok sayılanlar, ağzı laf yapanların söylemiyle; “artık nüfus”. Ve evet bu kentsel dönüşüm hadisesinde gidecek yerleri yok. Zaten çoğu işgalci gibi yaşıyor, yaşamak zorunda da. Çünkü bu devlet, bu toplum başka olanak vermiyor. Onlar başka bir kıyıdalar, o başka kıyıya burun kıvırıp geçenlerin o hayatlardan zerre haberleri yok. Orası bir distopya ya da ütopya değil. Gerçek denen yer. Konformist popolarımızın girmeye bile ürktüğü ama sizin benim sokağımdan farkı olmayan bir yer. “İnsan” kavramı birşeyler çağrıştırıyor mu bilemem o postmodern kafalara ama orada yaşayanlar en çok ta “insan”. Kızgınlar evet ve sanırım sizde kızgın olurdunuz bunca görülmemeye. Onlar atölyelerde, evlerde, sokaklarda, sizlerin yapmayacağı, yapmayı reddedeceği işlerde çalışıyorlar. Güvenceleri yok. Para denen şey onlar için günü kurtarmak. Gayrimeşru işler dönüyormuş öyle diyorlar. Evet sokakları esrar kokuyor, iki adımda soğuk havaya aldırmayan yarı çıplak kadınlar görülüyor. İyi de devlet hepsini vergilendirmiyor mu? (Ya da tüm kızgınlığı bundan mı? Vergisini alabilse kapatacak mı çenesini?) O zaman neden şikayet ediyor. Başka meseleler var orda. Biraz daha yakından bakarsanız sizinde görebileceğiniz başka meseleler. Kimse merdivenin ilk basamağını görmek istemiyor. Kıyıdan kıyıdan kaçmaya başladınız, görüyorum. Ama bir gün sizde düşeceksiniz bir çukura ve kusura bakmayın size de dönüp bakan olmayacak. Herkes devlet şiddeti karşında eşittir! Öyle değil mi?
Düm
            Ne diyorduk. Homo Anima çağı. Latince bilsek daha usturuplu türetebilirdik elbet kavramı.(Hoş derdimiz zaten kavram çöplüğünü kalabalıklaştırmak değil) Bu insansı hayvan ya da hayvansı insan çağı faşizmle yönetiliyor. Üstelik faşizmin yeni bir görünüşü ve söylemiyle; Demokrasi. Neden mi faşizm? Çoğunluğun iktidarı ya bu demokrasi dedikleri, o zaman sorarım size çoğunluk kim? Hemen üstünüze alınmayın sandıkta bir iki zarf atıyorsunuz diye. Dünyanın her yerinde aynı yalanlar. Mesele sizin halisülasyonlarınız değil. Mesele siz uyurken olanlar. Biraz uyanık kalmayı deneyin. Herşeyi birilerinden beklemeyin. Evet çağ faşizm çağıdır, üstelik tüm dünya da tek tip bir yönetimle. Tüm devletleri dahil ediyorum. Nedenini belki başka bir zaman konuşuruz. Belki siz anlatırsınız bana. Ve bu homo anima çağında artık insan yoktur. Para tek tanrı ve egemendir. Yöneten de odur insanları ve devletleri. Birileri piramid der birileri başkaca şey. Ama bu bin yıllardır olagelen zulüm artık “insan öldü” müjdesiyle daha da azıttı. Seslerimizi, gözlerimizi, kulaklarımızı çalarak üstelik. Bunu da konuşuruz sonra. Zaten en iyi yaptığımız şey değil mi; boş ve sonsuz konuşma. Ne diyordu birileri; sesmerkezlilik!
Tek Tek        
            Yamyamlık çok eski diyorlar, ilkel kimi kabilelerde varmış. Sonra o kolonyalist amcalar atlayıp güzel gemilerine uygarlığı (şimdilerde demokrasi mi taşıyorlardı barbar halklara?) yaymazdan önce o ilkeller birbirlerini yiyorlarmış. Tarih kitapları bunu söylüyor. Ama ben başka bir şey demek istiyorum; bakınız cannibal holocaust filmi.
Yamyamlık meselesini bu filmle kapatamam elbet. Ama bu çağda halen devam eden bir adeti neden böyle saçmaca indirgiyorlar anlamıyorum. Evet bu homo anima çağının yaratıkları ( ki ben de onlardanım, bilerek konuşuyorum ve tabi bir sosyal bilimci edasıyla dışardan söyleyerek!) bu eski adeti devam ettirdiklerini görmüyorlar. Yamyam, bir yeme sesi değil, ayrıca çocuk değilsiniz artık bu çağrışımlar için. Bu yüzden mideniz gelmesin aklınıza. Başka bir vahşilik, başka bir yamyamlık hali bu. Binlerce toplu mezar adresi verebilirim size. Üstelik bu konuda namlı nazilerden de değil, kendi ülkemden, o pek temiz batılı komşulardan, uzak Asya’dan, kocaman bir ada ve aynı zamanda ana kara olan Avusturalya’dan. İşte bu vahşet seslenmemi söylüyor. Çünkü ben ne vahşileşmek istiyorum yani binlerce kurs, sınav, kariyer, yükselme, daha fazla konfor, ev, mülk yalanına kanıp uyuşmak, -ımsılaşmak, ne de bunun dışındayım sanrısında oyalanmak. Henüz şikayetlenmek, yorulmak dışında diyebildiğim tek şey .çok olduğumuz. Saçılmış buğday taneleri kadar çok, çok ama dağınık. Bu anladığınız bir çağrı değil. Bildikleriniz üzerinden demiyorum diyeceklerimi. Öyle ki kendi bildiklerim üzerinden de çağırmayacağım. Tüm bunları bilip yaşıyorsak bir ritim tutturmalıyız diyorum. Ellerimizle ayaklarımızla, ıslığımızla, kulaklarımız, gözlerimi ve her şeyle. Bakalım bu nereye götürecek bizi. Ama dedim ya başta da “ellerimiz yavan şimdi, dip not yok bu oyunda. Referans veremeyeceğim kimseden. Yeni bir duyum aldım; devlet elinde yokmuşuz biz aslında. Oldurmaya çabalıyoruz hepimiz birden. Kendini büyüğüne sevdirmeye çalışan çocuk halleri.
 Şimdi bu şizoid kalem oynatmalar başka bir şey deme çabası değil, dosdoğru anlatmak isteği örgütsüz kalabalığımızı.”
Düm Te Ke Düm Tek Tek...
.