13 Ocak 2011 Perşembe

Hoşbulmak

Düşlerimiz yoğun bir duman dolusu odanın milimetreküple hesaplanmış her gözle görülmeyecek kadar ufak bütününde yayılmaktayken, sessizliğimiz pencereleri göğsüne bir gerdanlık gibi döşemiş duvarların üstünde pike yapmaktayken ve her varoluş-kaybetmelere şahitlik eden kapının ağzında, dilimizden çıkacak her ünlü ünsüz harfe taktığımız dizginlerle yolcu etmekteyiz kurgulamakta olmaktan çekindiğimiz taslaklar halinde piyeslerimizi. Bir çevre düzenlemesi dilenerek otururuz her yalnızlığımızda. Ama en kalabalıklarda bir saat gibi kusursuz işleyen kendimize yakıştırdığımız en büyük beden elbiselerimizin içinde yüzmekten ne gurur duyarız? Bunca taş eksikken duvarlarımızda ve çiçek bahçelerimiz her geçen gün değişik değişik vahşi doğa hayvanlarınca talan edilirken her defasında yeni çiçekler ekeriz bahçemize yok olacaklarını bile bile. Korkuluklarımıza sevimli ifadeler yükler, akbabalara yem ederiz -yapmacıklıktan korktuğumuzdan- sahice etten kemikten yaptığımız kollarını bacaklarını. Tek keyifle izlediğimiz talan çocuklarınkiydi erik ağaçlarımıza yaptıkları, korkuyla ama büyük bir keyifle, sistemsiz ama olabildiğince hızlı. Her gün gelseler her gün müsade ederdik, onları ağırlardık kendi günahlarına. Şimdi olağandışı sevinçlerime bir mektup yazar gibi hissederken ben bundan kaç yüz geceler önce en son mektubu karaladım diye daldım bir an. En önemliside kaç yüz geceler önce uyandığımda birisinin gözleriyle karşılaşmanın o iç gıdıklayan özlemini yardım masası talep eden mütemadiyen her an yaktığım ciğerlerimde hissetmem.

7 Ocak 2011 Cuma

Ağır Aksak

“Ellerimiz yavan şimdi, dip not yok bu oyunda. Referans veremeyeceğim kimseden çünkü yeni bir duyum aldım; devlet elinde yokmuşuz biz aslında. Oldurmaya çabalıyoruz hepimiz birden. Kendini büyüğüne sevdirmeye çalışan çocuk halleri.
 Şimdi bu şizoid kalem oynatmalar başka bir şey deme çabası değil, dosdoğru anlatmak isteği örgütsüz kalabalığımızı.”
Düm
Bir zaman yarılması değil, bir solucan deliği... Ellerimizle parçalıyoruz. Korkularımızın ortaklığında yaratılan bir parçalanma. Nasıl anlatılır ki bu. Biz yokuz. Bu bir sabah uyanıp bildiklerimizin, öğrendiklerimizin, değerlerimizin işe yaramadığı, yaşamamıza yetmeyecek bir dünya bulmak gibi. Ne enformasyonumuz ne bedensel, zihinsel donanımımız yetiyor yaşamak için bu dünyaya. İşte bundandır bir avuçluğumuzdaki parçalanma. Tutunamayanlar değiliz, kaybedenler... Varlığımız şaibeyle anılıyor. Üstelik bazı mürekkep yalamışlarımızın daha bir sarsak algıladığı, ontolojik bir kaygı ya da bohem bir sancı gibi algıladığımız bir şey değil. O cennetteki çıplaklık gibi. Sövüp durduğumuz ötekileriz. Gideceğimizi sandığımız tüm kapılar yok aslında. Kaybedecek çok şeyimiz var ve tüm sancılarımız bunları kaybediyor olmaktan. Nihilist bir yarılma yaratmazdan önce kaybettiklerimizi kendiliğimiz olarak kabullenmiştik oysa. Şimdi o büyükler dünyasında bunlar para etmiyor, etmeyecek de. Biz o tek tanrı olan parayla yaşıyoruz ya artık. İşte kurban sunaklarında bir bir, farkında olarak ya da olmayarak, kurbanlarımızı sunuyoruz; “kendimiz”i.
Homo Anima çağı. Nasıl olur demeyin. İnsansı hayvan demeye çabalıyorum. Tüm bu uygar algıyı, görünüşü silin, bakalım geriye ne kalıyor. Davranışlara odaklanın, davranışların nedenlerinin izini sürün, tüm tanımlamalardan şüphe edin. Ortak akıl dediklerinden ürkün. Ortak yaşam olmadan ortak akıl, ortak kültür, ortak bir dil olmaz. Bu çağ hayvan çağı, doğasını yitirmiş mutant ve insan yapımı bir hayvan. Üretilmiş bir evrim. Bu konuya ilerde döneceğiz.
Te Ke
            Geçenlerde HaberTürk’te Ece Temelkuran’ın “Kıyıdan” isimli programını izliyorum. O canım İstanbul’un canım semti Tarlabaşı’ndan bildiriyor. “Tarlabaşı” malumunuz kentsel dönüşüm oburluğunun yeni adresi. Ama büyük bir farkla. Orası ne Ankara’nın Çinçin’ine benzer ne İstanbul’un Sulukule’sine. Çünkü Tarlabaşı’nda yaşayanlar devletçe, toplumca yok sayılanlar. Yoklar çünkü mülkiyetleri yok; bedenlerinden ve kendilerine kağıt üstünde zimmetli ailelerinden başka. Çoğu atık kağıt işçisi, gündelikçi. Sokakları çocuk dolu. Göçle gelenlerin meskeni. Taşına toprağına değil bir nefes yaşamasına geldikleri bu kentte en fazla bu kadar olmuşlar. Üstelik bu semt şöyle de ilginç bir yer; göçle gelen Kürtler, mülteci olarak kaçarken bu ülkede sıkışıp kalan Afrikalılar, travestiler, beden işçileri, okuma-yazma  bilmeyenler, ana dilleri hariç hiçbir dili tam olarak ya da hiç bilmeyenler, nüfus kağıdı bile olmayanlar, hiçbir kişisel gelişim kursuna gitmeyen, o asgari ücretli kalabalığın bile konforuna sahip olamayanlar... Onların deyimiyle yok sayılanlar, ağzı laf yapanların söylemiyle; “artık nüfus”. Ve evet bu kentsel dönüşüm hadisesinde gidecek yerleri yok. Zaten çoğu işgalci gibi yaşıyor, yaşamak zorunda da. Çünkü bu devlet, bu toplum başka olanak vermiyor. Onlar başka bir kıyıdalar, o başka kıyıya burun kıvırıp geçenlerin o hayatlardan zerre haberleri yok. Orası bir distopya ya da ütopya değil. Gerçek denen yer. Konformist popolarımızın girmeye bile ürktüğü ama sizin benim sokağımdan farkı olmayan bir yer. “İnsan” kavramı birşeyler çağrıştırıyor mu bilemem o postmodern kafalara ama orada yaşayanlar en çok ta “insan”. Kızgınlar evet ve sanırım sizde kızgın olurdunuz bunca görülmemeye. Onlar atölyelerde, evlerde, sokaklarda, sizlerin yapmayacağı, yapmayı reddedeceği işlerde çalışıyorlar. Güvenceleri yok. Para denen şey onlar için günü kurtarmak. Gayrimeşru işler dönüyormuş öyle diyorlar. Evet sokakları esrar kokuyor, iki adımda soğuk havaya aldırmayan yarı çıplak kadınlar görülüyor. İyi de devlet hepsini vergilendirmiyor mu? (Ya da tüm kızgınlığı bundan mı? Vergisini alabilse kapatacak mı çenesini?) O zaman neden şikayet ediyor. Başka meseleler var orda. Biraz daha yakından bakarsanız sizinde görebileceğiniz başka meseleler. Kimse merdivenin ilk basamağını görmek istemiyor. Kıyıdan kıyıdan kaçmaya başladınız, görüyorum. Ama bir gün sizde düşeceksiniz bir çukura ve kusura bakmayın size de dönüp bakan olmayacak. Herkes devlet şiddeti karşında eşittir! Öyle değil mi?
Düm
            Ne diyorduk. Homo Anima çağı. Latince bilsek daha usturuplu türetebilirdik elbet kavramı.(Hoş derdimiz zaten kavram çöplüğünü kalabalıklaştırmak değil) Bu insansı hayvan ya da hayvansı insan çağı faşizmle yönetiliyor. Üstelik faşizmin yeni bir görünüşü ve söylemiyle; Demokrasi. Neden mi faşizm? Çoğunluğun iktidarı ya bu demokrasi dedikleri, o zaman sorarım size çoğunluk kim? Hemen üstünüze alınmayın sandıkta bir iki zarf atıyorsunuz diye. Dünyanın her yerinde aynı yalanlar. Mesele sizin halisülasyonlarınız değil. Mesele siz uyurken olanlar. Biraz uyanık kalmayı deneyin. Herşeyi birilerinden beklemeyin. Evet çağ faşizm çağıdır, üstelik tüm dünya da tek tip bir yönetimle. Tüm devletleri dahil ediyorum. Nedenini belki başka bir zaman konuşuruz. Belki siz anlatırsınız bana. Ve bu homo anima çağında artık insan yoktur. Para tek tanrı ve egemendir. Yöneten de odur insanları ve devletleri. Birileri piramid der birileri başkaca şey. Ama bu bin yıllardır olagelen zulüm artık “insan öldü” müjdesiyle daha da azıttı. Seslerimizi, gözlerimizi, kulaklarımızı çalarak üstelik. Bunu da konuşuruz sonra. Zaten en iyi yaptığımız şey değil mi; boş ve sonsuz konuşma. Ne diyordu birileri; sesmerkezlilik!
Tek Tek        
            Yamyamlık çok eski diyorlar, ilkel kimi kabilelerde varmış. Sonra o kolonyalist amcalar atlayıp güzel gemilerine uygarlığı (şimdilerde demokrasi mi taşıyorlardı barbar halklara?) yaymazdan önce o ilkeller birbirlerini yiyorlarmış. Tarih kitapları bunu söylüyor. Ama ben başka bir şey demek istiyorum; bakınız cannibal holocaust filmi.
Yamyamlık meselesini bu filmle kapatamam elbet. Ama bu çağda halen devam eden bir adeti neden böyle saçmaca indirgiyorlar anlamıyorum. Evet bu homo anima çağının yaratıkları ( ki ben de onlardanım, bilerek konuşuyorum ve tabi bir sosyal bilimci edasıyla dışardan söyleyerek!) bu eski adeti devam ettirdiklerini görmüyorlar. Yamyam, bir yeme sesi değil, ayrıca çocuk değilsiniz artık bu çağrışımlar için. Bu yüzden mideniz gelmesin aklınıza. Başka bir vahşilik, başka bir yamyamlık hali bu. Binlerce toplu mezar adresi verebilirim size. Üstelik bu konuda namlı nazilerden de değil, kendi ülkemden, o pek temiz batılı komşulardan, uzak Asya’dan, kocaman bir ada ve aynı zamanda ana kara olan Avusturalya’dan. İşte bu vahşet seslenmemi söylüyor. Çünkü ben ne vahşileşmek istiyorum yani binlerce kurs, sınav, kariyer, yükselme, daha fazla konfor, ev, mülk yalanına kanıp uyuşmak, -ımsılaşmak, ne de bunun dışındayım sanrısında oyalanmak. Henüz şikayetlenmek, yorulmak dışında diyebildiğim tek şey .çok olduğumuz. Saçılmış buğday taneleri kadar çok, çok ama dağınık. Bu anladığınız bir çağrı değil. Bildikleriniz üzerinden demiyorum diyeceklerimi. Öyle ki kendi bildiklerim üzerinden de çağırmayacağım. Tüm bunları bilip yaşıyorsak bir ritim tutturmalıyız diyorum. Ellerimizle ayaklarımızla, ıslığımızla, kulaklarımız, gözlerimi ve her şeyle. Bakalım bu nereye götürecek bizi. Ama dedim ya başta da “ellerimiz yavan şimdi, dip not yok bu oyunda. Referans veremeyeceğim kimseden. Yeni bir duyum aldım; devlet elinde yokmuşuz biz aslında. Oldurmaya çabalıyoruz hepimiz birden. Kendini büyüğüne sevdirmeye çalışan çocuk halleri.
 Şimdi bu şizoid kalem oynatmalar başka bir şey deme çabası değil, dosdoğru anlatmak isteği örgütsüz kalabalığımızı.”
Düm Te Ke Düm Tek Tek...
.